Soruyu ben değil de Dostoyevski soruyor, rol çalmış olmayayım. Bence doğru soruyor. Ceza Dünyası neyi değiştirecek bu saatten sonra? Depremin ardından geçen 410. Gün itibariyle yazıyorum. Ancak yetişebildim, ancak güç bulabildim. Neyi kurtarabildim? Kaç kişiye dokunabildim? Annemin tutulan dilini çözebildim mi dört yüz on gündür? Yüksek sesle Tanrı’yı şahit olmaya çağıran Arapça’ya tıkayabildim mi kulağımı? Eşhed, Şahid, Şehadet, bu sarsıntı durmayacak gibi. Mamaa! Hal tesmauni?(1)
Bir olayın içindeyken ne denli hasar aldığımızı anlayamayız. Zihin ve beden teyakkuza geçer çünkü. Kendini ve dokunabildiklerini yaşat. Nasıl yaşatabilirsin bilmiyorum. Kocaman mermer karoları nasıl taşırsın ki? Sen o kadar güçlü değilsin ki? Tecrübe değil de travma bilimi alaşağı ediyor sanırım. Kaslarımızı dahi kontrol ettiği günler yaşadık. Uykusuzluk rekoru, açlık ve susuzluk rekoru, duşsuzluk rekorunu kırdık halk olarak. Ölülerimizle birlikte bizler de bir parça öldük. Peyami Safa demişti “Ölüm bir eve düşünce geri kalanlar da biraz ölürmüş.” diye. Ölüm bir ülkeye, bir bölgeye düşünce kaçımız sağ salim kalabildik ki? Tek bir rekor kaldı kıramadığımız tüm bunların reddi olarak! Onu da bizi topyekûn bu hale getirenlere, göz yumanlara bıraktık. Bizi yanıltmadılar.
Araba geçince durup içimizden gol atmamızı engellediği için küfürler saydığımız sokaklarımız yok artık. Susadığımız an koştuğumuz birinci kat komşumuz yok. Çöküş yolundaki insan modellerinin modern versiyonlarıyız. Sabahları soğuk suyla duş alıyor, kravat takıyor, akşamları aynadaki aksimizle kavgalar ediyoruz. Rus romanlarının giriş cümlesi gibi anlatacağım şeyler maalesef. Yaz dediler diye yazdım inanın. Kimsenin yarasına selam sunmak, kendi yaramı da kanatıp kalkmak istemiyorum bu masadan. Soğuk bir kış günü, gerçeklik algımızın ötesinde bir şehir yapısı… Diyarbakır’dan söz ediyorum. Hani şu gerçeklik algısının, normal ve anormal eşiğinin zaten had safhada olduğu şehirden. Hani şu yıkımın, sesin, çığlığın, patlamanın, ölümün ve hafızanın başkentinden!
Birkaç yağ tenekesi içerisinde yakılmış ateşler. Kim olduğunu bilmediğimiz insanlarla küme küme ateş başlarında durma sekanslarımız, çadırlara gelen çocukları sadece feryattan, figandan ya da daha Diyarbakır haliyle ‘’hawar’’dan uzak tutmaya çalıştığımız anlar yaşandı. On beş veya yirmi dakikada bir enkazdan şerit yakınına gelen biri kısık sesle bir isim söyledi. Görevli o kişiyi fısıldadı. O denli ses yoktu ki fısıltısını duyan ailesi koştu bir umut. Bu dediğim örnek, ailesi kalanlar içindi elbette. Bir güzel haber, bir hamd nesnesi duymaya çalıştı insanlar. Bulundu deselerdi, durumu kötü deselerdi, ambulansla hastaneye sevk edildi deselerdi… Demediler. “Xwedê rehma xwe bike’’(2) demeye dahi zaman yoktu. Bekleyen ölüler vardı. Ölü bekler mi aptal! Var’dı! ‘’Rehma Xwedê’’(3) yeterliydi. Ardından, giden kimse o sessizlik adıyla parçalanacaktı. Kurê min, Bavê min, Keça min, Diya min(4) ve daha onlarcası…
Tanık olduğum en kısa taziye süreciydi bunlar. Üç gün bekleyen olmadı, mevlid verilmedi. Kimse mırra dahi dağıtmadı yahu! On beş dakikalık taziyeler yaşandı bu ülkede! Sıra vardı. On beş dakika sonra başkasının taziyesi başlayacaktı… Ölün için ayrılan süre belli. Ne kadar kıymetin var ki? Yaşarken de öyleydi. Ancak ölümle yüz yüze gelince değerli oluyorduk. Bu kez öldük. Tam en kıymetli olacağımız anlarda dozu fazla kaçırdık. Çok yazılır çizilir üzerine. Çok betimlenir o anlar çok resmedilir. Yönetimi, yereli, geleni veya bizim alışkın olduğumuz “ya hayyu ya kayyum’’ düzeni çok eleştirilir. Bu kez eleştirmeyeceğim. Annemle on yedinci gününde oturduğumuz bir kaldırım köşesinde aldığımız kararı uygulayacağım. Tabelamı alıp çıkacağım. Bu yazıyı da babama poz verip bitireceğim. Yardım mı edilmemiş, banka mı hata yapmış, adıma dava mı açılmış, mülk sahibi Tanrı dışında biri miymiş, anadilde çalışan desteği mi gerekliymiş, benzeri başımıza gelse çıplak mı olacakmışız, dört yüz on gündür hala alınan danışanlar mı varmış, kindar mıymışız?
Ben en yüksek faizle yeni bir kredi çekmeye, araçta yer kalmadığı için yürüyerek gitmeye, gecenin üçünde ya da sabahın köründe telefonumu açmaya, uykumdan sıçramaya, her akşam son oturumu kendi kendimle yapmaya devam edeceğim. Torbamda çekiç, pense, tornavida, paramparça olan eşyalarımın bazı kalıntıları, paramparça olan gençlik heyecanımın sızısı var. Şöyle son bir tebessümle küfreder gibi poz vereceğim. Ölenlere rahmet, kalanlara daha çok rahmet dileyeceğim.
Dört yüz on gün geçti. İstisnasız dört yüz on gündür uyandıktan sonra elimi ve yüzümü dahi yıkamadan yaptığım ilk iş “sabah el xeyr, rojbaş, brich safro’’(5) demeden önce başka bir cümleyi haykırmak. “Unutmak yok! Affetmek yok!’’ sert geldiyse acıma verin. Bir çöllü ancak bu kadar medeni olabilirdi zaten diyip geçin. Biz yarına gidemeyenlerin akrabaları olarak yarınlar için direniyoruz.
Dört yüz onuncu gün kapı çalınsa ve Godot gelse; “Bu ne hal böyle Kirvem?’’ diye oturup hayıflanırdı muhtemelen. Evladını motor üzerinde taşıyan babaların incinmişliğine, kepçe ile kazılan mezarların ardından ‘”Bari oğlumun ölüsünü kaybetmeyeyim’’ diye üstündeki tahtaya başındaki leçeği bağlayan annenin hassaslığına, ölmekten daha beter olan belirsizliğin somut halindeki kayıplara ve dördüncü gün Azrail ile pazarlık masasına oturabilen kahramanlara saygıyla!
(1): Anne, beni duyabiliyor musun?
(2): Allah rahmet eylesin.
(3): Allah rahmet eylesin. (Günlük dilde kullanım)
(4): Sırasıyla: Oğlum, Babam, Kızım, Annem.
(5): Sırasıyla Arapça, Kürtçe ve Süryanice ‘’Günaydın’’ yazımı.
Haydar Alper Eser | 22.03.2024
Diyarbakır | Amed | Dikranagerd