Skip to content Skip to footer

Toplumsal Yas: Travmatik Hakikatle Yüzleşmek, Hesaplaşmak ve Belki Bağışlamak/C. Cem Kaptanoğlu

Türkiye, devletin hiç bitmeyen “yas yasakları” nedeniyle kuşaklar boyu süren yasların yaşandığı yaslı bir ülke. Bu ülkede, devletin, her dönemde, kamusal alanda yası tutulması ve yas tutması yasak olan “düşman ötekiler”i oldu. Devletin faili olduğu toplumsal travmaların korku, dehşet ve çaresizlik içinde bıraktığı geniş kesimler, düşman ilan edildikleri için, kayıplarını, acılarını kamusal alanda değil kendi iç alanlarına kapanarak, sessizce yaşadılar. Toplumsal kimliklerinden ötürü topluca travmatize edilen topluluklardan hep acılarına “sünger çekmeleri” istendi. Kaybettiklerinin yasını, gizlenmeden, açıkça tutmak isteyenler oldu fakat mağdurların travmatik hakikatini kabullenen “yeterince iyi” tanıkları hiç olmadı, kendileriyle baş başa bırakıldılar ve “yas işi” bitirilemeden kaldı. Toplumsal yas ne yalnızca acılarını ötekilere anlatmak ne de ötekilerin acılarını kabullenip anlamasıdır. “Yas işi” anlayan ötekilerin bir şeyler yapmasını da gerektirir. Yas yasaklarıyla devlet, “Ermeni tehciri”nden, “12 Eylül darbesi”ne yaşanılan pek çok toplumsal travmanın dehşet verici anılarının, kollektif veya toplumsal belleğe kaydedilmesini engelledi. Cumhuriyet tarihi boyunca, nelerin hiç unutulmaması, nelerin hiç hatırlanmaması gerektiğine hep “devlet aklı” karar verdi. Şimdi toplumda, bu “akıl” ve güdümündeki medya tarafından şekillendirilmiş “düzmece bellek”lere sahip önemli bir kesim var. Ayrıca toplumsal kimlikleri nedeniyle kitlesel olarak travmaya uğramış mağdurlar, kollektif belleğe kaydedemedikleri travmatik olayların çevresinde şekillenen, yalıtılmış “topluluk bellekleri”, kimlikleri oluşturdular. Travmatik anılar üzerine inşa edilen bu kapalı, yalıtılmış grup kimlikleri, farklı travmalar ve hassasiyetler üzerine örülmüş öteki kimliklerden uzaklaşarak içlerine kapandılar. Kollektif bellek üzerinden toplumun demokratik, kollektif öyküsünü yazamamak, farklı öykülere, hatırlamalara eşduyum yapabilme becerimizi yıkıma uğrattı. Birbirini düşmanlaştıran anılar, öyküler ve duygulara gömülmüş topluluklar olarak bir arada yaşamamız çok zor. Öteki’ni bizim acımızın faili olarak kurduğumuz bir toplumda, hele geçmişi hala kanayan yaralarla dolu bir toplumda, bir arada yaşamanın ilk adımı, öteki’ni bizim acımızın “yeterince iyi” tanığı olarak kurabilmek olmalıdır. Bu tanıklıktır ki “ötekindeki biz”, “bizdeki öteki”ni bir başka deyişle saf mutlak kimlikler yerine, kendinde ötekini, ötekinde kendini bulan “karma kimlikleri” mümkün kılar. Özellikle milliyetçiliğin keskinleştirdiği “biz ve ötekiler” bölünmüşlüğünden, geçişlilik gösteren “karma kimlikler”e geçiş, ancak toplumsal dokumuzu oluşturan farklı toplulukların geçmişte yaşanan travmatik olaylarda kaybettiklerinin yasını kamusal alanda ötekilerle birlikte tutabilmesiyle mümkündür. Toplumsal yas işi’ne ise ancak güvenli, demokratik bir ortamda başlanıp tamamlanabilir. Çünkü yas, travmatik hakikatin ortaya çıkarılmasını, hakikatle toplumsal yüzleşmeyi, hesaplaşmayı ve belki de bağışlamayı kapsar.

Travmatik anılar çağrılmadan gelirler.

Korku, dehşet, çaresizlik, öfke gibi şiddetli duyguların eşlik ettiği travmatik olaylar, onları doğrudan yaşayanlar veya tanık olanların sembolize edip, öyküleştirmelerine direnirler. Travmatik olayların bellek izleri, sözün, simgeselin sınırlarını aęar. Travmanın yol açtığı duyusal ve duygusal ayaklanma, ete, başka bir deyişle bedensel belleğe kaydedilir. Katlanılmaz görüntüler, sesler, dokunmalar, kokular gibi duyusal imgeler ve şiddetli duyguların mekanıdır “travmatik bellek”. Bilinç, bellekle kurduğu olağan “davet-icabet” ilişkisini “travmatik bellek”le sürdüremez. Travmatik bellek izleri, bilince çağrılmadan girerler. Onları uzaktan çağrıştıran “kırılgan temas”lar bile bilinci işgal etmeleri için yeterlidir. Oysa bilinç, “devlet aklı” gibi unutma ve hatırlama tekelini elinde tutarak belleğin, dolayısıyla benliğin efendisi olmak ister. Benlik, bilinçli veya otobiyografik bellek kayıtlarının öyküleştirilmesi, organize edilmesi ile kurgulanır. Öyküleştirmek veya organize etmek, bilinçte tutmak yani hatırlamak ve unutmak yoluyla olur. Travmatik bellek izleri, benlik kurgumuzu, öykümüzü oluşturan bu temel mekanizmaya direnirler. Onları unutma veya istediğimiz zaman hatırlama özgürlüğümüz yoktur. Bu nedenle, Freud’a göre, ruhsal acıların kökeninde hatırlanabilenler değil “unutulanlar” vardır. Onlar aktif bellek izleri olarak çağrılmadan gelirler, hatırlanamasalar da dolaylı etkileri ile benlik öykülerimizin, yaşamımızın merkezine yerleşirler. Travmatik bellek izleri, denetimsiz ve aşırı bir hatırlama yoluyla bilinci sürekli taciz eder. Hatırlanan, Ne oldu? Neden oldu? Nasıl oldu? Ne hissettim? Tekrar olursa ne yaparım? sorularına yanıtlar veren bir organize öykü değildir. Aksine parçalı, donuk, ikonik, sessiz, sözsüz ürkütücü imgelerdir. Belki de zihin, zorlantılı olarak tekrarlayan hatırlamalar daha doğrusu yeniden yaşamalar (flash back) yoluyla, yukardaki sorulara yanıtlar bulmaya veya travmatik yaşantıyı sembolize ederek anlamlandırmaya çabalamaktadır. Bu bağlamda travmanın kompulsif tekrarını, zihnin kendiliğinden giriştiği bir anlam, daha doğrusu bir “hakikat ve uzlaşma” arayışı olarak değerlendirebiliriz. Çünkü ruhsal hakikat, ancak simgesel düzen içinde inşa edilebilir. Ruhsal “uzlaşmaya” giden yol da sembolizasyon sürecinden geçer. Simgesel düzene, öyküye kaydedilemeyen her hatırlama, yeniden travmatize edecektir. Sembolizasyon, öyküleştirme, travmatik anıların denetimsiz ürkütücü imgelerinden bir film yapmak ve ona müzik eklemek gibidir. Sembolize etmek, ancak travma mağduruna kulak veren, anlayan bir öteki’nin varlığında mümkündür.

Sürekli yeniden travmatize eden anılardan kurtulmak için, bilinç, travmatik anıların bozduğu öyküsünü yok sayar ve yeni bir sayfa açar. Kısaca bilincin, kendisini bölmesi, sık başvurulan baş etme manevralarından biridir. Travmatik anılar, çıkıp gelmediği sürece, bölünmüş bilinç, yaralı yanını “unutabilir”. Unutma, tırnak içindedir, çünkü bizatihi bilincin bölünmüşlüğü, unutmaya çalıştığının yerine geçeni, temsili veya semptomu olarak ortadadır. Bilinç, travmatik yaşantıları unutmayı, bastırmayı hiçbir şekilde başaramaz, ancak onlarla “görmezlikten gelme” oyunu oynayabilir, ama travmatik anı her zaman oradadır ve sembolize edilip hakikatiyle uzlaşana kadar, hep aynı yere döner. Benlik öykülerimize çaresizliğimizi, yaralanabilirliğimizi, güçsüzlüğümüzü, aşağılanmamızı kaydetmek çok zordur. Bunun yerine “bu olanlar benim/bizim başım(ız)a gelmedi”, “bu bir rüya, uyanınca bitecek” diye düşünmek veya duygusal, zihinsel bir donakalım, benliğin, bilincin travmayla baş etme çabası olarak ortaya çıkabilir. Ayaklanmış duyum ve duyguların, travmatik anıların, ani baskınlarına uğrayan bir benlik, içine kapanıp edilginleşerek veya “ruh uyuşması”yla da tepki verebilir. Çünkü benlik öykümüzün kurgusu, hayatın bir düzen ve sürekliliği olduğu inancına dayanır. Benlik, öyküsünü unutma ve hatırlamalarla yazabilen egemen bir özne olarak kendini kurabilmek için, bu düzen ve sürekliliğe şiddetle ihtiyaç duyar. Söz konusu egemenlik ve denetimi elinde tutma ihtiyacının, benliği sürüklediği uç noktalardan biri, saldırganın edilgen bir kurban, kendisinin saldırgan bir özne olduğu intikam saplantısıdır. Mağdur, kimliğini, yaşadığı travmanın ayna görüntüsü olan öç fantezileri üzerine kurar. Fakat bu durumda da saldırganın imgesi, yaşamının merkezine oturmuştur. Yani, halâ travmanın kölesidir. Diğer uç nokta ise, “Stockholm sendromu” adı verilen, mağduru olduğu travmayı yaratan güce sığınmak, yani saldırganla özdeşleşmektir. Bu özdeşleşmeyle mağdur, saldırgandan ödünç aldığı güçle, yaralanmış benlik öyküsünü onaracağı yanılsamasına kapılır. Oysa saldırganın dilini kullanarak travmatik gerçeğine dokunması imkansızdır. Aksine yaralı benliğinin öyküsünü anlatabileceği sözcükleri yitirir.

Travmaları kollektif bellekten dışlanan topluluklar içlerine kapanırlar.

Kitlesel travmaya uğramış toplulukların topluluk öykülerinin kurgusunda ve hatırlama-unutma pratiklerinde yukarıdakilere çok benzer özellikler gözlenir. Mağdur topluluğun üyeleri, toplu travmalarını geçmişe gömmüş, unutmuş gibi görünseler bile, gündelik hayatları, tutumları, davranışları ve çevreleriyle ilişki kuruş tarzlarındaki tutukluklar veya aşırılıklarla, gelenek göreneklerine sinen etkilerle, travmanın örtük izlerini genç kuşaklara aktarırlar. Özellikle geçmişte yaşanıp bitmemiş, sürmekte olan toplumsal travmalarda, travma etkisinin kuşaklararası geçiş göstermemesi imkansızdır. Mağdur topluluğun travmatik belleği, kuşaktan kuşağa, yeni travmatik yaşantılarla güçlenerek geçer. Topluluğun ortak travması çevresinde kurulmuş yalıtılmış topluluk kimliği, kendi içine dönük yüzünde, kimliğinin temel unsuru olan ortak travmayı sürekli canlı tutarak kendini pekiştirir. Topluluğun dışındakiler ise, onların acılarını anlaması mümkün olmayan, anlamak istemeyen “öteki”lerdir artık. Topluluktan olmayanlara karşı gelişen bu tavırda, ötekilerin bile bile veya bilmeden travmatizasyon sürecine katılmış olmalarının etkisi olabilir. Ancak söz konusu ötekilere kapanmayı, ötekilerin iyi tanıklar olmamasıyla olduğu kadar, travmanın başlıca etkilerinden olan bağlantıyı kesme (disconnection) tepkisi ile de açıklamak mümkündür. Travma mağdurlarına travmayla baş etme gücü veren en önemli unsur, travmatik yaşantı sürecinde saldırganla baş başa olmadıklarını bilmeleridir. Mağdur, saldırganın, tanıkların soyut varlıklarını dikkate aldığını, yani dolaylı etkileriyle, üçüncü olarak tanıkların da sürecin içinde bulunduklarını bilmek, hissetmek ister. Tanıklar, aile üyeleri, komşular gibi somut figürlerden, politik, dini-mistik inançlar gibi soyut unsurlara kadar uzanır. Üçüncünün varlığı, mağdurun yalnızlık, terk edilmişlik, çaresizlik duygularıyla baş etmesinde yardımcıdır. Ancak genellikle şiddetli travmalarda, mağdurlar, zihinsel şemalarına sığmayan, tasavvur edilemez acılar yaşarken, soyut veya somut bütün tanıkların kendisini terk ettiği duygusunu, yani derin bir yalnızlığı yaşarlar. Travma, bu özelliğiyle varoluşsal bir depreme yol açan ve bu nedenle kendine, dünyaya ve geleceğe, kısaca hayata reoryantasyonu gerektiren bir yaşantıdır. İçe kapanma ve çevreyle bağlantıyı koparma tepkileri, sözün ele geçiremeyeceği acıları yalnız ve çaresiz yaşayanların, çektiklerini kimsenin anlayamayacağına dair inançlarının ürünüdür. Kitlesel travmaların yaşandığı ülkelerde aranan toplumsal “uzlaşma” saldırganla mağdurun uzlaşması olarak anlaşılmamalıdır. Buradaki uzlaşma, iyi tanıklar olamadıkları için kollektif suça ortak olanların, mağdurun acısını tanıyarak ona iyi tanıklıklarını sunmalarıdır. Mağdur, onların iyi/iyileştirici tanıklıkları üzerinden öncelikle kendisiyle uzlaşır ve travmanın yol açtığı içe kapanmadan, ötekilerle uzlaşarak kurtulur.

Toplumsal veya bireysel travmanın etkilerinden arınmak üç aşamalı bir  süreci gerektirir. İlk aşama, mağdurların tekrar travmatize edilmeyecekleri bir güvenlik ortamının oluşturulmasıdır. Tekrar travmaya uğrama olasılığının olduğu bir ortamda iyileşmeden, arınmadan söz edilemez. İkinci aşama olan hatırlama ve yas işi (grief work) veya bellek çalışmasının yapılabilmesi için, mağdurların travmatik olayların girdabından kurtulmaları gerekir. Kitlesel travmaların yaşandığı pek çok ülkede (İspanya, Şili vb.), toplumsal yas sürecinin uzamasında, faillerin iktidarlarını korumaları ve toplumda benzer yeni travmaların yaşanabileceği korkusunun bitmemiş olması etkili olmuştur. Ülkemizde de geçmiş tarihsel, toplumsal travmaları, yakın zamanda tartışmaya başlamamızda, bu travmaların faili olan zihniyet ve kurumların iktidar bloğundaki güçlerini kaybetmeye başlamasının ve devlet bünyesindeki terör örgütlerinin tasfiyesi sürecinin belirleyici rolü olmuştur. Bu bağlamda, toplumsal bellek çalışması veya yasın politik bir süreç olduğunu ancak politika yoluyla önünün açılıp hızlanabileceğini vurgulamak gerekir.

İyi tanıklık iyileştirir.

Yas tutma süreci, yas tutan kişinin/topluluğun/toplumun, yitirilen şeyin zihinsel temsilini hatırlamak, gözden geçirmek ve bu ilişkiyi anlamlandırmak üzere başvurduğu zihinsel etkinliklerin tümüdür. Travmatik kayıplar ardından tutulan yas, mağdurun travmatik olayın bitmek bilmez tacizleriyle bozulan öyküsünü, söz öncesine kilitlenmiş travmatik yaşantıyı söze dökerek, sembolize ederek yeniden yazmasıdır. Hatırlama, birey veya topluluğun kendi kendine, kendi içinde yaptığı bir bellek çalışması değildir. Hatırlama ancak ötekinin varlığında ötekiyle, yani tanıklarla birlikte yapıldığında anlam kazanır. Bir bakıma, başlangıçtan itibaren ancak ötekiyle ilişki içinde yazılabilen benlik veya toplumsal öykülerimiz, yine ötekinin tanıklığında travmatik yaralarını onarabilir. Travma mağduru birey veya toplum, yeni öyküsünü ancak travmatik bellek izlerinin sembolize edilmeye anlamlandırılmaya direnişlerini kırarak yazabilir. Bunu başaramayan, yani travmatik olayın gerçeğine dokunmayan, hakikatini dillendirmeyen öyküler, mağdurun ayaklanmış, huzursuz belleğini yatıştıramaz.

Şili’de askeri diktatörlük döneminde travma mağdurlarıyla çalışan terapistlerin geliştirdiği “tanıklık psikoterapisi” ile Güney Afrika’da ırkçı rejimin tasfiye sürecinde kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun kullandığı yöntemlerin, ana çerçeveleri önemli benzerlikler göstermektedir. Şili’de askeri diktatörlüğün ağır baskısı altında çalışan psikoterapistler, insan hakları ihlallerine uğramış mağdurlarla çalışırken, iyi tanıklık etmeye dayalı bir tedavi yöntemi geliştirdiler. Mağdur ve görüşmeci işbirliği içinde mağdurun travmatik öyküsünü anlatmasını ve bu öykünün kayda alınmasını sağlıyorlardı. Ardından öykü ve öyküye eşlik eden duygu ve duyumlar üzerinde ayrıntılı irdeleme ve değerlendirmeler yapılıyordu. 12-20 seans arasında süren bu çalışmanın sonunda, üzerinde birlikte çalışılıp defalarca yazılıp, düzeltilmiş öykü, son haliyle tekrar yazılıyor ve tekrar ses bandına kaydediliyordu. Bunlar üç nüsha halinde hazırlanıp bir nüshası mağdura veriliyor, diğer nüshalar, ötekilerin okuması, dinlemesi için arşive ve yurt dışındaki uluslararası insan hakları örgütlerine gönderiliyordu. Bu tedavinin diğer psikoterapilerden en önemli farkı, terapistin, mağdurun yaşadıklarının gerçekliğini onaylaması, yani mağdurun ruhsal acısını sahiplenerek tanıklık yapmasıydı.

Tedavinin iki önemli aşaması vardı; önce travmatik olay her yönüyle ele alınıyor (hakikat), ardından söze dökülüp anlamlandırılarak mağdurun öyküsüyle uzlaştırılıyordu. Güney Afrika’da kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu önünde de mağdurlar ve failler bireysel öykülerini anlattılar. Bu öyküler, medya aracılığıyla bütün ülkede izlendi, dinlendi. Mağdurların acılarını komisyon üyeleri, toplum, tanıdı ve kabul etti. Failler ise yaptıklarından ötürü utançlarını dile getirip özür dilediler. Güney Afrika’daki Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun çerçevesi tanıklık psikoterapisinin çerçevesine kabaca benzerlik gösteriyor. Fakat toplumsal etkileri açısından karşılaştırılamayacak boyutları var. Bu ilişkide de öyküsünü anlatan ve onu yargılamadan dinleyip, anlamaya çalışanlar vardı, ancak burada tüm ülke bir tedavi odası gibiydi ve mağdur, öyküsünü toplumla paylaşıyordu. Bir başka deyişle, mağdurun öyküsü, kollektif belleğe kaydedilirken, mağdurla birlikte toplum da iyileşme olanağı buluyordu.

İşleyen süreç, yalıtılmış topluluk belleklerinin, öykülerinin üretildiği koşulların tam tersiydi. Travmatize edilmiş topluluklara, dışarıya, ötekilere açılma, öykülerini, kollektif öyküye yerleştirme şansı veren bir süreçti. Ayrıca geçmişte mağdurların öykülerine duyarsız kalarak “kollektif suça” katılanların kendi öykülerini gözden geçirmelerinin yolunu açıyordu. Güney Afrika’daki Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, toplumsal yas sürecinin hatırlama ve yeniden anlamlandırma aşaması için bilinen en iyi yöntemlerden biriydi diyebiliriz. Ancak komisyonun “uzlaşma” işlevi tartışmalı olarak kaldı. Zaten komisyon çalışmalarında “hakikat”in ortaya çıkarılması üzerine daha çok vurgu yapılmıştı. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu tür komisyonların “uzlaşma” işlevi, saldırganlarla mağdurları uzlaştırma olarak anlaşılmamalı. Burada hedeflenen daha çok, mağdurun iyi tanıklar, tanıklıklar üzerinden kendisiyle uzlaşması ve bunun dolaylı etkisi olarak toplumsal uzlaşmadır. Ancak bu sınırlı anlamda bile uzlaşmanın önemli bir unsuru olan bağışlamanın koşulları nelerdir? Bağışlamak mümkün müdür? Sorularına yanıt aramak gerekiyor.

Bağışlamak cezalandırma seçeneğinin varlığında mümkündür.

Bağışlamak, insan eliyle travmatize edilmiş mağdurların, yaslarını tamamlayabilmeleri, saldırganla zihinsel uğraşlarını bitirebilmeleri için gereken son ve zor bir adımdır. Mağdurlar, bağışlanmayı dileyeni bağışlarlar. Bağışlanmak dilenilirse, buna olumsuz yanıt verilebilineceğine de hazır olunmalıdır. Bağışlamanın ilk koşulu saldırganın suçunu tanıklar önünde itiraf etmesidir. İtiraf mağdura yapılan kötülüğün gerçekliği konusundaki tüm şüpheleri siler. İnkar edilen hakikat, failin veya faillerin ağzından ortaya çıkmıştır. Travmatik olayın çaresiz, edilgin mağduru, travma sürecinde faille olan karşılıklı konumunu, intikam fantezilerinde olduğu düzeyde olmasa da tersine çevirmiştir. Fail karşısında kaybettiği gücü, tanıklar önünde tekrar kazanır. İkinci koşul, failin/saldırganın özür dilemesidir. Özür dileyerek saldırgan, düşmanca davranışından ötürü utanç ve pişmanlık duyduğunu belirtir. Mağdur, özür dileyen saldırgan karşısında, acısını tanımasını isteyeceği en son kişinin bile bunu yaptığını görerek, öz güvenini güçlendirir. Bağışlama için gerekli üçüncü ve son koşul da Failin maddi veya manevi onarma çabası göstermesidir. Bağışlamayı hukuki, cezai süreçten ayrı tutmak ve kişisel bir seçim olarak ele almak gerekir. Bir başka deyişle mağdurlar ancak cezalandırma seçenekleri varsa bağışlayabilirler. Bağışlamak, mağduru, faille zihinsel uğraşısından kurtararak özgürleştirir. Travmatik geçmişe ve saldırganın imgesine saplanıp kalan mağdur, bağışlayarak zamanın tekrar ileriye doğru akışını başlatır. Mağdur, geçmiş olamayan geçmişten kurtulmuştur. Travmanın denetlenemeyen imgeleri gider, gelecek hayalleri geri gelir. Mağdur kollektif öyküye referanslarla kendi öyküsünü özgürce yazma inisiyatifini kazanır. Kısaca gelecek geri gelir. Bu süreci, yasın hatırlama ve yeniden değerlendirme aşamasından kaçmak için sığınılan, semptom niteliğindeki bağışlamalardan ayırmak gerekir. Koşulları yerine getirilmiş bir bağışlama sürecinde mağdurun kararı ne olursa olsun, bağışlamak veya bağışlamamak seçenekleri arasında bir tercih yapma hakkının toplum tarafından mağdura verilmesi bile, iyileştirici bir etkiye sahiptir. Mağdur, intikam fantezilerinden, adalet fantezilerine hiçbir şeyin kaybettiklerini geri vermeyeceğini, kaybedilenlerin karşılığı veya yerine geçeni olmadığını öğrenerek ve bunun acısını sahiplenerek tamamlar yasını.

Tamamlanamayan yas/bellek çalışması “bellek takıntısı” na dönüşebilir.

Yas işi için zorunlu olan güvenli bir ortam koşulu henüz sağlanamadığı için ülkemizde toplumsal travmaların yasını tutup tamamlamak ne yazık ki hala olanaksız. Toplumsal bellek/yas çalışmasının daha ilk aşamasında takılıp kaldık diyebiliriz. Travma mağduru topluluklar, çekinerek, kaygı ve korku duyarak da olsa yaralarını, acılarını kamusal alanda daha çok dile getirmeye başladı. Bu “açılıma”, travma sonrası yaşanan baskılama, suskunluk döneminin ardından gelen, “bastırılanın geri gelişi” veya Henry Rousso’nun deyişiyle “anamnez dönemi” (öykü/bilgi verme dönemi) diyebiliriz. Toplum olarak henüz başlatmadığımız toplumsal yas işinin bu erken aşaması, travmatik toplumsal öykülerin kamusal alanda anlatılabilir ve bir ölçüde ötekiler tarafından dinlenir olması anlamında bir ilerleme olarak kabul edilebilir. Ancak bu anlatma–dinleme sürecinin son derece dağınık, düzensiz ve güvensiz olduğunu da vurgulamak gerekir. Son olarak Dersim 1938 katliamıyla ilgili tanıklıklara, belgelere ve toplumdan gelen hakikatin ortaya çıkarılması ve yüzleşilmesi taleplerine rağmen bu toplumsal travmayla ilgili bellek çalışması, “bastırılanın geri gelişinden veya “anamnez” den bir adım bile öteye ilerletilememiştir. Başbakanın “literatürde varsa özür diliyorum” diyerek, siyasi hasımlarını düelloya davet ederken dilinin ucuyla özür dilemesi ise, tarihte gerçekleştirilmiş başarılı bellek/yas çalışmaları literatürüne tamamen aykırıdır. Söz konusu olayla ilgili tüm hakikatin ortaya çıkarılması, hakikatlerle yüzleşen toplum adına başbakanın payına düşen sorumluluğu üstlenmesi ve diğer faillerin teşhir edilmesi ardından dilenirse özür, “literatüre” uygun olabilir. Özür dilemenin samimiyetini sınayan en önemli adım ise, verilen zararın telafisi için çaba göstermektir. Devletin, değil böyle bir çabası, niyetinin bile olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Mağdur toplulukları, travmatik öykülerini tekrar tekrar hatırlayıp, anlatmaya çağırmak, sonra da onları acılarıyla baş başa bırakıp, 75 yıl önce dedelerinin, ninelerinin öldürüldükleri mağaralarda, bugün hala çocuklarını öldürmek, en azından bu ölümlerin olmaması için gerekenleri yapmamak, dünya özür literatüründe eşine rastlanmamış bir olgudur. Böyle bir hatırlama yöntemiyle toplumsal belleğin yatıştırılması değil ancak “bellek takıntısı” ve yeni mağdurlar yaratılabilir. İyi tanıkların, tanıklıkların yokluğunda biteviye kontrolsüz şekilde hatırlanan, hatırlatılan travmatik anılar, yeniden travmatize etmek, yaraları derinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Özür dileyenlerin unutmaması gereken bir literatür bilgisi de özür dilenenlerin, özrü kabul etmeme gibi doğal bir hakları olduğudur.

Toplumsal travma ve özür konularında literatür sorgulayanların hiç kuşkusuz karşılaşacakları en önemli kişilerden biri Hannah Arendt’dir. “Kötülüğün Sıradanlığı” adlı kitabında Arendt, “devlet suçları” ve siyasal sorumluluk üzerine şunları söylüyor.

“Bugün pek çok insan ortak suç veya aynı şekilde ortak masumiyet diye bir şey olmadığını; böyle bir şey olsaydı, kimsenin suçlu veya masum sayılamayacağını kabul edecektir. Bu durum elbette siyasi sorumluluk diye bir şey olmadığı anlamına gelmez; zira siyasi sorumluluk ne ahlak açısından yargılanabilir ne de bir ceza mahkemesinin karşısına çıkarılabilir. Her hükümet kendinden önceki hükümetlerin, her ulus da geçmişin fiilleri ve kabahatlerinin sorumluluğunu üstlenir.”

C. Cem Kaptanoğlu



Yararlanılan Kaynaklar 
Judith Herman. Trauma and Recovery, New York, Basic Books, 1997. 
Alaine Boraine. Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, İstanbul, Aram Yayıncılık, 2005. 
Cem Kaptanoğlu. Travma, toplumsal yas ve bağışlama, Birikim, Aralık 2009, sayı: 248