Skip to content Skip to footer

Aynı Konteyner Kentte Hem Yaşamak Hem De Çalışmak Nasıl Bir Şey Olurdu?

Evimiz ve işimiz olan yerlerin güvenliğini sağlaması amaçlanan tel örgülere açıldı kapılarımız.

6 Şubat Depremleri’nden sonra konteyner kentler kurulana kadar insanlar çadır kentlerde yaşıyordu ve biz de çadır kentte kalıyorduk. Çalıştığımız kurum çadırda kalmamamız için depremin ilk ayında mobil karavanlar getirdi ve ekip arkadaşlarımızla birlikte çadır kentin içinde mobil karavanlarda kaldık. Aynı depremi yaşadığımız insanlar çadırda kalırken karavanda kalmak bile utanç sebebiydi. Bir minibüs tipi karavanda 3 kişi kalıyorduk; hareket edecek alanımız yoktu, içerde duş alma, tuvalete girme imkânımız yoktu. Bu tür ihtiyaçlar için çadır kentte bulunan ortak tuvalet banyoları kullanıyorduk. Buna rağmen kapısı olan, yatağı olan, su geçirmeyeceğini bildiğimiz bir karavanda kalmaktan utanç duyuyorduk. Şehirde konteyner kentler kurulmaya başladığında biz de çalışmalarımızı yürüteceğimiz konteyner kente taşındık. Burada bahsettiğim ve hepimizde ortak olan bu utancın biz ait olmadığını görmemiz de kabul etmemiz de zaman aldı. Aslında bu utanç, bu kente dair sorumluluk almış fakat hala daha sorumluluklarını yerine getirmemiş yetkililerindir.

Aynı yerde çalışmak ve yaşamak iki eylemi birbirinden ayıramamaya sebep oluyor. Mesai saatlerini korumakta zorlanıyorsunuz çünkü yöneticileriniz de biliyor ki zaten oradasınız. Siz ne kadar sınır koymaya çalışırsanız çalışın sınırlarınızı delmek için bir çaba oluyor ve bu normalleştiriliyor, iş saatleri dışında yapmanız istenen şeyler normalleştiriliyor. Sizin verdiğiniz tepkiler anormal karşılanmaya başlıyor çünkü ‘siz zaten orada yaşıyorsunuz.’ Bir süre sonra kendi ruh halinizi koruyabilmek ve yaşamınızı işinizden ayırabilmek için düzeninizi kurduğunuz yerin dışında kalmaya başlıyorsunuz, bu da rutininizin ve düzeninizin yerle bir olmasına ve göçebe gibi hissetmenize sebep oluyor. Biz bile aslında işimizi yapabilmenin ön koşulu olan kendimize mola hakkı tanımakta ve kendimize bakım verme iznini vermekte zorlanırken bir de yöneticilerimizin baskıları ile baş başa kaldığımız zamanlar oldu.

Bir sobanın bir yanında çalışıp diğer yanında ısınmaya çalışmak sıradanlaşmıştı bir vakitler.

Konteyner kentte bir çalışan olduğunuz zaman mesleğiniz fark etmeksizin insanların kapısını çalıp derdini anlatacağı ve derman aradığı bir kişi haline geliyorsunuz. Bu bağlamda yapabileceklerinizin kapasitesi ve sınırları bellidir. Bu sınırlar çerçevesinde elinizden geleni yaparsınız, doğru yerlere yönlendirebilirsiniz. Ancak kahraman sendromuna tutulursanız risk başlar. Herkese ve her şeye yetişebilen, her sorunu çözebilen kutsal bir gücümüz olmadığını önce kendimiz kabul etmeli sonra da insanlara bu şekilde yaklaşmalıyız. Ben de bu sınırı koruyan bir ilişki kurmaya özen gösteriyorum ve bunca zaman sonra ilişkiler kendiliğinden de böyle kuruluyor.

Çalıştığım konteyner kentte kaldığım için sabah rutinlerim olmuyor. Mesai başlangıcına çok az kala uyanıp, hazırlanıp ofis konteynerine geçiyorum. Mesai bittikten sonra aynı yerde yaşadığımız iş arkadaşlarımızla vakit geçiriyoruz. Bütün gün mesaiyi birlikte geçirdiğiniz, iş arkadaşınız olan kişi 10 metre yürüyüp yaşam konteynerınıza geçtiğinizde ev arkadaşınız oluyor. Bu bir süre sonra ister istemez ilişkileri yıpratan bir süreç oluyor. Depremin ilk aylarında zaten dışarda gidebileceğimiz, nefes alabileceğimiz bir mekan yoktu. Çoğu arkadaşımız şehirden göç etmişti. Özel araç dışında bir ulaşım seçeneği yoktu. Bütün bunların toplamında tercihen değil mecburiyetten yerinizden kımıldayamıyor olmak ekstra tüketen bir durum haline geliyor. İlerleyen aylarda sosyalleşebilecek yerlerin açılması, arkadaşlarımızın kente geri dönmesiyle birlikte konteyner kentte daha az zaman geçirmeye başladık. Sosyal destek mekanizmalarımızı iş yerinden ayırdık. Bu durum kendi kaynaklarımızın güçlenmesini sağladı.

 Ben bir afet psikoloğu olmaya çalışıyorum. Ancak yaptığım işi insanlara yardım etmek olarak görmüyorum. Sanırım beni tükenmekten koruyan en önemli kalkanlardan biri bu. Ben kimseye yukarıdan bir yerden yardım etmiyorum. İnsanların en temel haklarına ulaşabilmeleri için kolaylaştırıcı olmaya çalışıyorum o kadar. Bu şehirde herkes herkesle benzer zorluklar yaşıyor, biz ve onlar gibi ayırım yok kafamda. Bazılarımız daha az bazılarımız daha çok zorluk yaşıyor. Bu zorluğun aşılabilmesinin yegâne yolunun dayanışma olduğuna inanıyor ve insanlarla dayanışma içinde kalarak baş edebiliyorum.

Bizler afet çalışanıyız ancak madalyonun diğer yüzünde afetten etkilenmiş insanlarız. Deprem anında burada olan ya da buraya sonradan gelen ama afet şartlarında yaşayan herkes afetten etkilenmiş oluyor. Bizim de aynı diğer insanlar gibi desteğe ihtiyacımız var ve en büyük desteğimiz başlatıp sürdürdüğümüz dayanışma ağlarımız. Bu dayanışma ağlarının benim için en önemlileri Hatay’da 2021 yılından beri birlikte olduğum Birlikte Yaşam İstasyonu ve 6 Şubat depremlerinden sonra tanıştığım insanlardan oluşan Afet Psikolojisi Platformu. Düştüğümüzde kaldıran, anlamı kaybettiğimizde yeniden hatırlatan, ellerini sımsıkı tutabildiğim insanlar sayesinde devam edebiliyorum.

Ben depremden yaklaşık 7 ay sonra psikolojik destek almaya başladım. Hala da bu desteği almaya devam ediyorum. Çünkü devam edebilmem için benim de rehabilite olmam gerekiyor. Aldığım terapi dışında en önemli baş etme kaynaklarım sosyal destek mekanizmalarım, arkadaş gruplarım ve profesyonel işim dışında Afet Psikolojisi Platformu Derneği’nde ve Birlikte Yaşam İstasyonu’nda yaptığım gönüllülük çalışmaları oluyor.

İnsan hayatının ne kadar boyutu varsa bütün boyutlarda en zorlu şeyleri yaşadık. Su bulamadığımız zamanlar oldu. Donmamak için birbirimize sarıldığımız zamanlar, aç kaldığımız saatler… Her yer yıkıldığı ve sarsıntı devam ettiği için tuvalete girecek yer bile bulamadık. Yollarda gördüğünüz cenazeler, yıkılan apartmanların içinden gelen “Beni kurtarın” sesleri ama çaresizlikten başka bir şey olmayışı, sevdiklerimize ulaşamamak; Evlerimizin, iş yerlerimizin, bizi büyüten mahallelerimizin, şehrimizin tamamen yok olduğuna tanık olmak ve en önemlisi yalnız, kimsesiz ve sahipsiz hissetmek. Depremden aylar sonra başlayan, şehrin kimliğini, kültürünü hiçe sayarak yapılan yıkımlar, onca acının yaşanmışlığını hiçe sayarak sadece rant için akbabalar gibi şehre doluşan inşaat firmaları, bulunamayan cenazelerin üstüne dikilen betonlar… Göç eden insanlar….

Normalin ne olduğunu bilmiyorum artık. Kime göre normal? Nasıl bir hayat normal bir hayattır? Depremin yaşanmadığı şehirlerde henüz 6 Şubat’ın üstünden 1 yıl geçmeden günlük rutine ve olağan akışa dönen şeyler mi normal bir hayat?  İnsanlar evlatlarının ölüsüne dirisine ulaşamamışken koca bir belirsizlik sürüp gidiyorken, henüz kanıtlanmamış olsa da uluslararası organ mafyası Hatay’da hastane kurmuş ve kayıplarla ilişkili olabilir haberlerinin çıktığı yerde yaprak kımıldamadan herkesin olağan hayatına devam etmesi midir normal?

Antakya artık hiçbir şeyiyle eski Antakya değil. Benim geleceğe dair tek umudum Antakya’nın kendi insanıyla, bu şehre ruhunu veren halkıyla yeniden buluşması.

Yazan: Ezgi Harbelioğlu