“Ankara’dan yola çıktık. Gece İskenderun’a vardık. Issız bir gece ve yağmur vardı. İlk olarak Eda Apartmanı’na gittik. Tamamen çökmüştü. Başında duran bir kadın vardı. Bütün insanların hala içeride olduğunu ve kimsenin gelmediğini söylüyordu. Gerçekten de etrafta yağmur sesinden başka bir şey yoktu. Kendisine gıda ve battaniye vererek oradan ayrıldık. Antakya’ya vardık. Şehrimi böyle görmek beni derinden sarsıyordu. Ancak bir yandan da sakin kalmaya, ekibimle hareket etmeye çalışıyordum. Çünkü sadece bu şekilde faydalı olabileceğimi düşünüyordum. Birçok lokasyonu dolaştık. Ekipçe ne yapılması gerekiyorsa onu yapıyordum. Bir gün sonra izin alıp ailemi görmek istedim ve Samandağ’a gittim. Onlara biraz yiyecek ve kadın pedi götürdüm. Onları gördükten kısa bir süre sonra görev yerime döndüm. Hissizleştiğimin, derin bir şok içerisinde olduğumun farkındaydım. Ayrıca her şeyimin darmadağın olduğunu düşünüyordum. Sağlı sollu yıkılan binalar, sesler, yollardaki cesetler, soğuk hava, artçılar, çocuklar, çalışmamı yaparken yardım sırasına giren tanıdıklarımla göz göze gelmem, çaresizlik, akşamla beraber çöken sessizlik ve yalnızlık… Bunlara benzer her şey gözümün önünden gitmiyordu. Expo Antakya’da bilmem kaçıncı tırı indirdik. Bedenim çok yorulmuştu. Kimsenin olmadığı bir yere gittim. Ama öylesine gitmiştim. Kırık camlara basarak yürüdüm, ileri geri volta atıp gün içinde gördüklerimi zihnimden izlemeye başladım. Ve ilk defa ağlayabildim. Ağladıkça rahatladım, hiçbir şey hissetmemek beni ürkütüyordu. Bugüne kadar travmamı ve yasımı anlamaya çalışarak, duygularıma alan açarak çalıştım.’’