Skip to content Skip to footer

Kaldırım Taşlarının Altında-Gülşah Sütlüoğlu

Kaldırım Taşlarının Altında

Memleketin iki ayrı yerinden ayrı zamanları anlatmak istiyorum. Aynı gibi görünen ben’in başka vakitlerde ve mekanlarda ne kadar aynı olduğunu ve olmadığını ve hatta olamayacağını anlatmayı deneyeceğim. Bu deneme süresince de değişiyor olacağım. Bu yazıya başlamadan önce aklımda olanla tam da şimdi ve burada zihnimde oluşanlar/değişenler başka başka. Değişim hem bu kadar an meselesiyken hem de upuzun bir süreci kapsayabiliyor. Kendi hikayelerimizi düşünürsek bazı kırılma anları ne kadar ani bazı değişme süreçleri ise ne kadar çabalı ve uzun sürüyor.

İki ay kadar önce Antakya yolundayım, ilk gidişimden başka bir duyguyla yoldayım. İlk gidişim ve tanıklığım sonrası oluşan o an için “yeni” olan hallerimle yoldayım. Şehre giriyorum tanıdık yüzler, tanıdık mekanlar ve hatta tanıdık yıkımlar görüyorum; uçuşan perdeler ve boşlukta öylece durarak o boşluğu dolduran boş sandalyelerden bazıları şimdi yok, bazıları hala orada. O sandalyelerin yokluğunda ve o perdeler uçuştukça “sanki aynı değil, sanki daha sessiz, daha yıkık ve daha yalnız şehir şimdi” diye düşünüyorum. Tanıdık insanları görüyorum, sanki bir ay önce tanışmadık. İlk karşılaşmada yıllardır bir yerlerden birbirimizi bildiğimize emin olduğum insanlarla göz göze geliyorum. Bir yıkımın ortasında “iyi karşılaşmalar” sayesinde soluklanıyorum. Zihnim kendi tarihindeki yıkım deneyimiyle içinde durduğu ve tanıklık ettiği yıkım deneyimi arasında gidip gelen bir tren gibi hareket ediyor. Yıllar önce kendi yıkımıma yukarıdan bakan ben, o yıkımda dışarı kaçırılan ben, bugün başkalarının gibi görünse de kendimi parçası hissettiğim bu yıkımın içinde olmayı seçebilen ben ve bu kez yeniden inşa edilişine sadece seyirci değil ortak olmak isteyen ben… Ben’i oluşturan ben parçalarımla Antakya’da duruyorum ve durdukça değişiyorum. Zihnimdeki trenle seyahat ediyor içimdeki ben’ler. 1999’un Ağustos ayında her şeyin dışına kaçırılmasına öfkelenen çocuk yanım, kaçırıldığı yerle bağ kuramayan kopuk yanım, öfkelenmekle kopmak arasında kendini yeniden inşa etmeyi bir başkasına iyi gelmekle karıştıran yeni doğmuş fedakar yanım bu trenin eski yolcuları olarak zihnimin her köşesini iyi bilirler. Zamanla acemiliğini üstünden atan fedakar yanım, herkesle ve her şeyle ilgili hızlıca yol almak isteyen dürtüsel yanım, yetememekle barışma çabası sürse de yetememeye hala öfkelenen yanım ve bu yanlarıma karşı beni koruma sorumluluğu alan yetişkin yanım da aynı trenin yolcularılar.

Bir çemberdeyim, Antakya’nın bir mahallesinde. Zihnimdeki tren durdu. Zaman durdu. Yarım bir binanın alt katındayız, kapısız ve penceresiz yeni inşa edilen yarım bir bina. Sokaktan sesler geliyor, çocuk sesleri, çocuklara sahip çıkmaya çalışan kadın sesleri… Sonra dünya susuyor aniden; çünkü çemberdeki kadınlar konuşmaya başlıyorlar; kendi kendilerine, birbirleriyle, kısık sesle, hiç duramadan, sadece gözleriyle, ağlayarak ve gülümseyerek, gülümsemekten suçluluk duyarak, birbirlerinin ellerini tutarak konuşuyorlar. Bir gürültü çıkarıyoruz sanki hep birlikte, ben o gürültüyü seneler önceki kendi yıkımımdan hatırlıyorum, öyle bir hatırlamak ki o gürültüyü hiç unutmadığımı fark ediyorum. Dışarıdakiler için sayılabilir bir süre, çemberdekiler için belirsiz bir süre o çemberde kalıyoruz. Çemberden ayrılmadan kendimize bir sır kuyusu yapıp o kuyuya yükümüzden parçalar bırakıp birbirimizi iyi etmek için dilekler koparıyoruz içimizde öylece duran var etme gücümüzden. Değişim bazen ani bır kırılma çünkü. Ani bir kırılmayla yaşamları geri dönüşsüz değişmiş hayatta ve ayakta kalmış kadınlar, sokak aralarında derme çatma çadırlarda kalanların yaralarını sarmak ve oldukları yeri daha iyiye dönüştürmek için yine istek ve çaba içindeler. Sarılıyoruz ve ayrılıyoruz, şimdi burdan bakınca sanırım ben sadece mekandan ayrılabiliyorum. Zihnim hala orada ve o kadınlarla,  “…biliyor musun, biz gençtik ve güzeldik öncesinde” diyen gözlerinin içi kederli o güzel bakan kadını kendimde tutuyorum. Acının bizi neye evirdiğini düşünürsek düşünelim güzelliğin gözbebeklerimizde saklı olduğuna daha çok inanıyorum. Sessizce bana bakan ve sarıldığım annenin şefkatini hatırlıyorum, ne kaybetmiş olursa olsun bir kadının anneliğinin bir yavruya ihtiyaçsız var olduğuna daha çok inanıyorum. Kutsallaştırmadan ya da dramatikleştirmeden bütün o acının içinde bir yaşamak arzusu ile bahçelere gidip meyve toplayan o kadınların kendiliklerindeki gücü görebiliyorum. Zaman geçtikçe daha çok görüyorum; her koşulda evine çiçek koyan, meyve toplayan, süvari kahvesi ikram eden kadınları gördükçe inanıyorum var olmanın kendi halinde, bağırıp çağırmayan, görülmek peşinde koşmayan bir gücü olduğuna.

Göz göze geldiğim, hikayesinin sadece bir kısmına tanıklık ettiğim, sokaklarından geçtiğim ve geçemediğim insanların beni değiştirdiğini zihnimdeki trenin sessizliğinde fark ediyorum. Yeni yolcular, yeni ben’ler var artık ve yolculuğunu tamamlayıp trenden ayrılan ben’ler de var, hala yolculuk eden ayrılıklara üzülürken yeni karşılaşmalara heyecanlanan ben’ler de var. O zamanın ‘şimdi’sinde değişmiş bir ben var artık. Biraz meraklı ve biraz tedirgin ilerliyor zihnimdeki tren. Yeni yolcularından bazıları ile bu yolculuk güvenilir bir hal alıyor; nereye varacağı belli olmayan yolculuklara daha çok inanan ben ve belirsizlikte kalabilmeyi biraz daha becerebilen ben, yaşamın kendine her kayıptan sonra yeni bir doğum anı yarattığına tanık olmuş ben trenin içinde varlıklarını hissettiriyorlar iyiden iyiye.

Orası olmasa kendimi bir yere ait hisseder miydim bilmediğim Karadeniz, burada bir yayla evinden iki ayrı zamanı paylaşacağım sizinle. İlki bir yıl kadar önce bir sabah yine burada derginin mutluluk sayısını yazdığım gün; mutluluğun uçuculuğundan ve memnuniyetin kıymetinden bahsetmiştim kendimce. O zamandan bu zamana hiç değişmeyen, bir türlü değişemeyen şeyler kadar çok değişen şeyler de. Ben değiştim; inatla değişmeyen yanlarımla değişmek için çabalayan yanlarım arasında gidip gelirken değiştim. Bu topraklar değişti; kalabalıklar, binalar ve geniş geniş yollar buralara da saldırırken kendini korumaya çalışan mekanlar değişti. Bu çabayla yorulan ama umudunu ve inadını hiç kaybetmeyen buranın insanları, buraya gelip giden ve geldikçe korunan her parça ile yaşama sevinci duyarken talan edilen her çakıl taşı için üzülen ve öfkelenen insanlar değişti. İnsanların varoluşları, ilişki kuruşları, yaşam maksatları, anlam arayışları ve anlam bulduğu nesneler ve özneler bile değişti. Bu sabah da geçen yıl oturduğum köşenin tam karşısından yazıyorum değişim sayısı için yazımı. Kendime bakıyorum, şehirlere; yarasını sarmasına bir parça destek olabilmeyi umduğum Antakya’da, yaşadığım ve gürültüsünden son zamanlarda yorulduğum İzmir’de, ne yaşarsam yaşayayım topraklanabildiğim ve nefes alabildiğim Rize’de temas ettiğim, hikayesine tanıklık ettiğim, bazen ortak olduğum insanlara bakıyorum. Nasıl da geçirgeniz, nasıl hareket halinde ve ne kadar büyük bir var olma, yaşama, yaşatma isteği ile sarmalanmış haldeyiz. Bazen sadece kendimizi bazen önce kendimizden çok önemsediğimiz ötekini, bazen bir ilişkiyi bazen koca bir şehri, bazen küçük bir patikayı bazen üç beş ağacı, bazen koca bir dünyayı nasıl da yaşatmak istiyoruz. Bu hali görebildiniz mi? Görebildiyseniz nasıl hissediyorsunuz, bedeniniz nasıl tepki veriyor gördüklerinize, bu hali göremediyseniz görememekle nasılsınız? Görebilmekle aranızda nasıl bir engel var ve bu engeli görmek size ne yapıyor? Bu soruları size bırakıyorum, yanıtlarınızı düşünürken ve buldukça değişimi deneyimlemenizi umarak.

Memleketin başka başka uçlarında insanlar, mekanlar ve o mekanlarda insanlarla yaşamaya hem mecbur kalmış hem de insanla sarmalanmış olmaktan memnun tüm canlılar ve doğa değişti, değişiyor, değişecek de. 

Peki bizler içimizden başlayarak kendimizle ilişkimizde, dışarda sandığımız ama içimizden parçalar taşıdığı için yakınlaştığımız, öteki adı verdiğimiz insanlarla yakınlaşıp uzaklaşırken, içinde ve üzerinde var olduğumuz doğa ile birlikte yaşarken neye dönüşeceğiz? Bu dönüşümün ne kadar farkında olup bu dönüşüme ne kadar etki edeceğiz ya da etki edebilecek miyiz? 

Değişen her şeyin içindeyken ve değişen her şey üzerimizde bir etkileşim yaratırken sosyal izolasyon şemasına teslim olup kendimizi herkesin dışına mı atacağız? 

Endişelere ve öfkelere kapılıp fedakarlık şemasına yaslanarak kendimizi hiç önemsemeden cengaverlik mi yapacağız?

Gücümüz yetmez’lere inanıp çabalarımızın cezalandırılmasından korkup boyun eğicilik şemasına mı saklanacağız?

Bir şey yapacaksan tam olmalı, dünyaları değiştirmeli diyen yüksek standartlar şeması ile karşılaşıp adım atmaktan kaçacak mıyız?

Başarısızlık şemasının baskısından kaçıp aklımıza geleni denemekten geri mi duracağız?

Geri durmayıp denediğimiz çözümler işe yaramazsa kendimize şefkat göstermek yerine cezalandırıcılık şemasının emrinde kendimize bedeller mi ödeteceğiz? 

Yoksa kuşkuculuk şemasıyla çalkalanıp birlikte daha güvenle ve kolaylıkla yol alabileceğimiz her insanı tehdit algılayıp sözde korunma alanlarımıza saklanıp siperler mi kuracağız?

Şimdi Pokut yaylasındaki sesleri dinliyorum, insan olarak sahibi sandığımız dünyayı paylaştığımız sinekler, kuşlar, inekler, köpekler ve rüzgar bir şey fısıldıyor. İnsan kendini ve dünyayı ne kadar eksiltirse eksiltsin dünya insansız da inşa eder kendini yeniden. Biz sanki sadece insanın var olduğu dünyada insanca yaşamak çabasındayız diye geçiyor aklımdan. Dağlara bakıyorum hiçbir korkusu yok kar altındayken, dereleri donmuşken, üzerinde ay doğarken ya da güneş batarken. Çam ağaçlarına bakıyorum birlikte yaşamanın ne kadar kolay, kendiliğinden ve mümkün olduğunu hatırlatıyorlar. Bizler kaybettik sanki öylece var olabilmenin yolunu ve cesaretini. Peki mümkün değil mi sahiden o yolları bulmak, yeni yollar açmak? Birimiz hatırlıyorsak eski yolları, birimiz becerebiliyorsak yeni yollar açmayı hepimiz için umut olabilir belki de. Neye takılıp umudu ve inancı kaybediyoruz diye düşünüyorum şimdi kendi kendime, belki bu yazıyı okuduğunuz bir vakitte ve yerde sizinle birlikte de düşüneceğiz. Aceleci ve dürtüsel yanımız mı her şeyin hemen ve tam istediğimiz gibi olmasını isteyen talepkar yanımız mı bizi çaresiz hisseden küskün ve vazgeçmeye hazır bir çocuğa dönüştürüyor? Kaynaklarımızı hatırlamak o çocuğu yatıştırmayı ve büyütebilmeyi sağlamaz mı sizce de? Dürtüsel yanımızı bir kenara koyabilsek kızıp bağırmadan ve lanetlemeden, o çocukla yan yana göz göze olsak bir süre ve anlatsak; değişimin süreç olduğunu ve zamana da kendine de ötekilere de güvenebileceğini, başarı anlarından çok inandıkları için emek verilmiş bir yaşamın anlamlı olduğunu. Değişmez miydi insan ve insan değiştikçe yaşam?

Depremlerle defa defa yıkılmış ve yeniden kurulmuş Antakya, başka zamanlarda depremlerle yıkılıp yıkılıp yeniden inşa edilmiş tüm şehirler, yıllardır kendini koruma çabasını inatla sürdüren yaylalar, doğa; yok etmeye meyilli, var eden yanından uzaklaşmış ve güçle zehirlenmiş insanlara karşı tüm heybeti ve titremezliğiyle orada, yaşamdan yana olan ve sandığımızdan daha kalabalık biz’lerle orada.

“Kaldırım taşlarının altında kumsal var” böyle yazıyordu Paris duvarlarında, başka bir zamanın Mayıs-Haziran aylarında…

Üzerimize, hayatımıza, ruhunuza döşenmiş kaldırım taşlarını sökmeye başlasak bugün, kendimizden ve kol boyumuzdaki yakınlarımızdan başlayarak kim bilir ait hissettiğimiz coğrafyalara ait ne kumsallar ne bahçeler ne denizler ne patikalar keşfedeceğiz?

Değişim, içimizdeki meraklı ve kendiliğini koruyabilmiş çocukla yetişkin yanımızın var edici, onaylayıcı, kapsayıcı ilişkisini yeniden hatırlamak ve başlatmakla başlayabilir, inanıyorum. Doğa bunca saldırı içinde öylece varlığını sürdürmeye nasıl devam edecek ve defa defa kendini nasıl yeniden yeşertecekse istek ve çabayla insan da tüm bu yıkımlar içinde yaşamı var etmeyi seçebilir ve değişimin engellenemezliğini kabul ederken belki de ona gücü kadar yön ve hız verebilir.

Denemeye değer diyecek kadar yaşamı seviyor olduğunuza inanıyorum, dilerim bu yazıyı okuyanlarınız için o sevgiyle temas etmek, mümkünse kucaklaşmak bir ihtimalden başlayarak gerçek olur.