Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

1978 doğumluyum. Meslek hayatımda 19. yılımı doldurdum. Eşim ve iki çocuğumla birlikte yaşıyorum. 

Depremden sonraki on ikinci saatten itibaren on yedi, on sekiz gün Adıyaman’daydım. Depremin olduğu gün eğitim için Ankara’daydık. Sabah otelin güvenliği kapıyı çaldı: “Siz UMKE’de misiniz? Büyük bir deprem oldu, herkes gitti, size ulaşamamışlar.” 7,7 büyüklüğündeki depremi duyunca Doktor Beyle birlikte sabahın beşinde Ankara’dan yola çıktık. Çok ciddi bir kar yağışı vardı, çok ciddi trafik sıkışıklıkları oldu. Yolda koordinasyon için bakanlık yetkilileri ile görüştük. Bizi Adıyaman’a gönderdiler. İkinci depremi Gaziantep Nurdağı’nda arabanın içinde hissettik. Çok ciddi bir şekilde sallandık. Normalde birçok yer yıkılmış ama arabanın içindeyken görmedim. Çok da anlamadım ikinci depremin ciddi bir deprem olduğunu. Adıyaman’a yaklaştığımızda daha önce yıkılan binaları görünce “Tamam artık deprem bölgesine geldik” dedik. Yani o ürpertiyi Nurdağı’nda hissettik. İnsanlarda korku, panik… Ekipler daha ulaşamamış, ulaşanlar muhtemelen bir şey yapamıyorlardı, yetemiyorlardı veya ekipmanları azdı. 

Nurdağı’nı geçtik, Adıyaman Gölbaşı’na geldik. Gölbaşı’nda da benzer manzaralar, çok ciddi yıkımlar vardı.  Adıyaman’a bir şekilde ulaştık. Her taraf yıkılmıştı. Her tarafta insanlar panik halindeydi. Doktor Bey vardı yanımda beraber çalıştığımız “artık duralım” dedik. Yanımızda medikal çanta bile yoktu. Çünkü Ankara’da başka bir programdaydık. 

Arabayı gören UMKE aracı diye durdurmaya çalışıyordu. Hiç kimse organize olamamıştı. O saatte ne yapacağımızı bilmiyorduk. Gördüğümüz ilk Acil Müdahale Çadırına gittik. Kendimizi tanıttık orada çalışmaya başladık. Gelen giden yaralılar, eksler (ölenler) vardı etrafımızda.  İlk dikkatimi çeken girer girmez 7-8 yaşlarında kız çocuğuna kalp masajı yapmaları oldu. Babası yanında ağlıyordu. “Çıkın” diyen bile yok. Çünkü bir acayiplik, karışık bir olay var. Bir tarafta eksler, diğer tarafta yaralılar var. Ambulansların kimi götüreceğini, nereye götüreceğini bilmiyordu. Böyle karmakarışık bir yapının ortasına düştük. Orada birkaç saat çalıştık. Bu işin böyle olmayacağına, farklı bir şekilde çalışmamız gerektiğine karar verdik. Sağlık Afet Koordinasyon Merkezi’nin (SAKOM) yerini öğrendik.  Oraya gittik, o da Acil Çağrı Merkezi’nin (112) bahçesine kurulmuş. Orada çalışmaya devam ettik. Afet Daire Başkanı da Adıyaman’daymış. Onun koordinasyonunda çalıştık. Bir buçuk ay boyunca hem SAKOM’da hem sahada çalıştık.

İlk günler kargaşa vardı. 112 ve UMKE aynı yerdeydi. İletişim kaynakları zaten sınırlı, cep telefonları az çalışıyor, mesajlarla ulaşamıyorduk, mesajlar sonradan geliyordu. Küçük bir konteynerin içinde belki yirmi kişi birbirine bağırıyor: “Şurada hasta varmış, hadi şuraya gidelim, şuraya ambulans gönder, ekip gönder.” Karmakarışık bir yapı vardı. Bu şekilde koordine olmaya çalışıyorduk. İkinci belki de üçüncü gün, 112 ve UMKE’nin koordinasyon merkezleri ayrıldı. Sağlam bir okul belirlemişler, biz oraya gittik ve UMKE’nin SAKOM’unu orada kurduk, koordine şeklinde devam ettik. 

Ben koordinasyon merkezinde medya kısmında görevliydim. Çekilen fotoğrafların bakanlığa gönderilmesi, haber kanallarının, ajansların bakanlık ile iletişimini sağlamak, konuşacakları konuyu sorgulayıp onları bakanlık düzeyine iletmek gibi görevleri bana vermişlerdi. Normalde fotoğraf çekmeyin derlerdi ama bu sefer bol bol fotoğraf çekip bakanlığımıza göndermemiz istendi. Bir süre sonra bakanlığımız da fotoğrafları, videoları göstermeye başladı sosyal medyada. 

Afeti hakikaten iliklerimize kadar yaşadık. Biz eğitimlerde hep şunu diyoruz: “Gittiğiniz zaman ilk üç gün kendinize yetecek kadar kıyafet, su, yiyecek götürün. Çünkü afet bölgesinde zaten olmaz. Afet bölgesi üzerinde, yoldaki dinlenme tesislerinde, marketlerde bile gıda olmayabilir.” Gerçekten de birçok kişi ne içecek ne yiyecek bulabildi bölgeye yaklaştığında. Bir dönem böyle bir sıkıntı yaşadık. Belki beşinci gün boğazımdan sıcak çorba geçti. Beş gün boyunca çubuk kraker, kek, bisküvi türü şeylerle beslenmeye çalıştık. Sağlık Müdürlüğü, Trabzon’dan olduğumuz yere lojistik desteğini hemen sağladı. Ton balığı, konserve gibi şeyler gönderdi.

Lojistik çadırımız ve barınma çadırlarımız vardı. Onlarda arkadaşlarımız yattı ama yetmedi. Beş altı gün boyunca arabada yattım, arabada yatan çok arkadaşımız oldu. Bakanlığın son dönemde aldığı çadırlar sayesinde barınmada UMKE olarak sorun olmadı. Yani hem barınma hem ısınma konusunda problem yoktu.  Hatta 112 ekiplerini bile o barınma çadırlarına kabul ettik.

Unutamadığım çok şey var. Mahallenin dışında, merkezi bir yerin dışında enkaz alanında 37 yaşında bir kadın buluyorlar. Buraya bir şekilde UMKE ve 112 ekipleri gidiyor.  Fakat arama kurtarma ekipleri yok, var da merkezde ya da başka yerlerde çalışıyorlar. Ekiplerden bacağının ampute edilmesi, yani kesilmesi ve çıkartılması talebi geldi. Çünkü kadının bilinci yerinde, söylediğinizi anlayabiliyor, kafasıyla cevap verebiliyor. Eğitim araştırma hastanesinin ortopedistini bulduk. Onu götürdük, kontrol edecek. Bakalım bacağı ampute edebilecek mi, kesebilecek mi? Enkaz içine girdi, kadına baktı bir şekilde. O işi orada yapamayacağını söyledi. Biz de bakanlığa ve SAKOM’a amputasyonu yapamayacağını bildirip doktoru gönderdik. Orada bekleyen 112 ve UMKE ekiplerine hayatımın belki de en zor kararını vererek; “Arkadaşlar burayı terk edin, buradan ayrılın, diğer enkazların başına, diğer ihbarlara gidin” dedim. Kadını ölüme terk etmiş gibi olduk ama bizim eğitimlerimizde söylediğimiz gibi, afet triyajı acımasız… Bazen ölmese bile ölü kabul etmek zorundayız arkadakilerin hayatını riske atmamak için. Oradaki AFAD ekibi zaten başka yerlerde birilerini çıkartmaya çalışıyor. Oraya hiçbir şekilde gelemeyeceği için o kadını bıraktık. Bunu unutamam herhalde ömür boyu. Afet acil triyajının acımasızlığını orada görmüş oldum maalesef. Kurtarılabileceklerin hayatını riske atmamak için böyle yapmamız gerekiyordu. 

Yine unutamadığım bir olay: 112 ekiplerinden biri geldi, medikal cihaz almak için kadın doğum hastanesine girdiğini, yoğun bakımda yedi tane bebeğin olduğunu söyledi. Hastane hasar aldığı için komple boşaltmışlar. Herkes hastaneyi terk etmiş. Yedi tane bebek yoğun bakımda kalmış. Ne sağlık personeli ne yakını var. İki gün boyunca orada beklemişler. Hemen organizasyon yaptık, bebekleri oradan aldırdık. İkinci gün bir şekilde koordinasyonla birlikte galiba Ankara’ya sevk edildiler. 

Kuruluşundan beri UMKE’deyim, depreme, sele, savaş bölgelerine, terör saldırılarına gittik.  Çığ, heyelan hepsini gördük ama hakikaten böyle bir şey görmedik. Bana nasıl diye soranlara hep “mahşer günü” ya da “kıyamet günü” diye tarif ediyorum. Çok acı. Biz defalarca ağladık. Ben acil serviste çalışıyorum, insanlara yardım ediyorum. Orada da çok kötü şeyler gördüm: trafik kazaları, yüksekten düşmeler, silahla yaralanmalar ama gerçekten dehşetti oralar yani. Ben de ağladım, ekip arkadaşlarım da ağladı. İnsan anne baba olunca herhalde daha da duygusallaşıyor. Çocukların çaresizliğini görünce çok üzülüyorum. Kendim görmesem bile SAKOM’da olunca çocukların hikayelerini duyuyoruz. Özellikle çocukların kurtarılma hikayeleri çok etkiliyordu. 

Orada o kadar çok şey gördük ki… Arkadaşlarımızı ekslerin sayımı için gönderdik. Belki bin tane saydılar bir günde. Ben gitmedim ama fotoğraflarını gördüm, koordinasyon merkezine gönderdim. Acil servisin içi, dışı, hemşire odası, doktor odası, üstteki koridorlar, her tarafta üst üste cesetler… 

Şehir içinde UMKE aracıyla dolaşırken insanlar hemen aracın önüne atlıyor, yardım istiyordu. Sağlık personeli olduğumuzu, canlı çıkarsa müdahale etmemiz gerektiğini, arama kurtarma ekibi olmadığımızı anlattığımızda anlayışla karşılıyorlardı. Bir yerde yine yolumuzu kestiler, kendimizi tanıttık ama “Bu araba buradan gitmeyecek” dediler. 15 kişi arabanın etrafını sardı. Afetzedelerden biri eline bir tane taş aldı, arabanın camına vurdu. Arabanın camı patladı. “Bu arabada ne varsa hepsi inecek. Benim canım ciğerim ailem burada” dedi. 5-6 katlı binanın altında kalmışlar. Linç edilmek üzereydik diyebilirim. Yanlış bir şey söylesek bizi öldürebilirler afet durumunda. Kim vurduya gidersin. Tamam dedik, size neler lazım? Jeneratörü çıkarın, dediler, jeneratörümüzü çıkarttık. Kendileri bir yetkili bulmuşlar, onunla birlikte çalıştılar. Yani insanlar acıdan ne yapacaklarını şaşırmıştı. Ben olsam ben de yapar mıydım? Belki yapardım, orada çoluğun çocuğun enkaz altındayken çaresizlik yaşıyorken yaptılar bunu. Arabamızın camını patlattılar, kırdılar. Yapılan şey yanlış, biz arama kurtarma ekibi değiliz, sağlık ekibiyiz, medikal kurtarmayız. Yine de kızmadım, kızamadım. Yani durum o kadar kötüydü ki hak veriyorum.

Sanırım normale döndüm artık. İlk zamanlar ciddi bir odaklanma problemim oldu.  Resmi yazıları yazmakta çok zorlandım. İki haftaya yakın sürdü odaklanma sorunum. Özellikle Adıyaman’dayken çok duygusallaşmıştım. SAKOM’da televizyondaki canlı yayınları görmemek için kafamı çeviriyordum, ağlamamak için zor duruyordum. Oradayken epey sıkıntı yaşamıştım. Hem duygusal açıdan hem de odaklanma açısından… Arkadaşlarımın da çeşitli tepkilerini gördüm, mesela ağlama nöbetleri çoktu. Arkadaşın biri depremden sonra “Ben eşimi enkaz zannettim, gece yatarken kolum değdi, bir anda irkildim, betona değdim zannettim” dedi. Bir arkadaşımız da birisi ismini sesleniyor diye birden irkilip kalkıyormuş. Herkeste bir şeyler var aslında.

Oradayken yardımlar gerçekten çok önemliydi. Sanırım beşinci gündü, belki üçüncü gün, tam hatırlamıyorum, bir koli geldi bize.  Koliden diş macunu, diş fırçası, tırnak makası çıktı. Basit ama önemli şeyler… O kadar sevindik ki! Hem personele hem de afetzedelere yapılan yardımların değerini orada anladık. Ekibin iyi bir ekip olması da gerçekten motive etti. Götürdüğümüz arkadaşlar “Dur ben yaparım, giderim” diyor, “Gidin dinlenin” diyoruz, “Yok abi ben iyiyim” diyor. Normalde iki gün bu tempoyla çalışsak, üçüncü gün canımız çıkar. Hiç uyumadan ya da birkaç saat koltukta kestirerek günlerce çalıştılar arkadaşlar. Bunları görünce hem ekibimle gurur duydum hem de yaptığımız işle. Telefonlara cevap veremiyordum ama uzun aralıklı kısa saniyelerle eşimle çocuklarla da görüştük.  Sağ olsun eşim o konuda anlayışlıydı. “Biz biliyoruz senin iyi olduğunu, sen yeter ki çalış orada, bir şeyler yap” demişti. 

Bu yaşanan afet normal bir şey değil. Dışarıdan nasıl gözüküyor bilmiyorum ama insanların her şeye çok ihtiyacı vardı. İğneden ipliğe, sağımızda solumuzda ne görüyorsak hepsine ihtiyaçları vardı çünkü hiçbir şeyleri kalmamış. Sadece gıda, su veya kıyafet göndererek bu işlerin olmayacağını herkesin bilmesini isterim.

Bazıları neden devlet yok diye soruyor ya; olamazdı. Dünyanın hiçbir yerinde olamazdı. Böyle büyük bir afette biz devede kulak, denizde damla… Dünya döndükçe acil afet durumu olacak. Hazırlıklı hissetmek için eğitimlere devam ediyoruz. Allah yaşatmasın ama olursa yine en ön safta olacağız. Keşke olmasaydı, madem oldu, iyi ki oradaydım, iyi ki taşın altına elimi koydum. Ekiplere “Sadece acil sağlık hizmeti için değil, insani yardım için de ne gerekiyorsa yapın. Amcanın biri el kaldırıp otostop yaptı, merkeze mi gitmek istiyor, götürün. Yemek mi pişirmeniz gerekiyor, pişirin. Sadece sağlık işi değil, insani yardımın her türlüsünü orada yapın” demiştim. Elimizden ne geliyorsa yapmak manevi doyum verdi. Anlatılacak bir şey değil aslında. Sanki ruhum temizlenmiş gibi… Gerçekten iyi ki gitmişim. Geldikten sonra da acaba ne zaman bir daha gidebilirim diye düşünmeye başlamıştım. Sonrasında psikososyal destek için tekrar gittik. Toplamda bir aya yakın gitmiş oldum. Bunun manevi doyumu başka hiçbir şeyde yok. Heybemi hem manevi olarak hem de mesleki olarak doldurdum.

AFP © 2024 Copyright